'Ne zaman gitti bu tren?'

-
Aa
+
a
a
a

Hüsnükabul'de Ferhat Kentel, Taha Elgazi ve Waseem Ahmad Siddiqui, 'toplumsal travma' ve buna bağlı olarak 'toplumun duygusu' üzerinden duygu halleri hakkında konuşuyorlar.

Morton Broffman. American. 1928–1992
"Ne zaman gitti bu tren?"
 

"Ne zaman gitti bu tren?"

podcast servisi: iTunes / RSS

Waseem Ahmad Siddiqui: Merhaba, günaydın herkese. Burası Açık Radyo 95.0. Ferhat Kentel, Taha Elgazi ve ben -Waseem Ahmad Siddiqui- ile birliktesiniz.

Ferhat Kentel: Günaydın herkese.

Ömer Madra: Günaydın, merhabalar.

Taha Elgazi: Günaydın, herkese hayırlı sabahlar.

Morton Broffman. American. 1928–1992

W.A.S.: Evet, bugün aslında hatırlamak ve unutmak ile ilgili düşünüyordum, daha doğrusu; hatırlamak çabası ile ilgili ya da hatırlamak cesareti diyelim. Sürekli arkamızda bıraktığımız hatırlamamız gereken bir yığın olaylar var. Hatırlamayı bir tür sorumluluk olarak düşünebilir miyiz? Böyle bir soru soruyorum.

Hatırlamak, düşünme cesaretimizi test etmenin bir yolu galiba. Tekrar tekrar hatırlamak ve unutmamak. Hatırlamak ile ilgili geçtiğimiz yayınımızı biraz hatırlayalım.


Geçen yayında, hem Gaziantep hem Kilis hem de İzmir’deki olayları denenirken şöyle bir soru aklımda kaldı; iki yayında da arka arkaya dile getirilen iki farklı bir olay vardı. Bir tanesi, Ömer Abinin söylediği ‘toplumsal travma’ diye bir durum ve diğeri bununla çok bağlı ‘toplumun duygusu’ - toplumsal duygu - diyelim.

Burada aslında konu mülteci hakları yani mültecilerin hak temelli sesleri. Ama burada konu sadece mülteci hakları da değil, 'toplum ne hissediyor?' sorusu diye düşündük. Yani burada yanlış mı düşünüyorum? Biraz daha ayrıntılı aramızda da konuşacağız. Çünkü gitgide bu nefret eylemleri ve söylemleri biraz korkunç. Üstüne bir de ekonomi kötüleşince toplumsal duygular maalesef kontrolden çıkıyor. Bu yayında hem bu soruya hem de bu duygu halleriyle ilgili daha ayrıntılı konuşalım dedik. Mesela duygularımız sadece insani ve bireysel midir, yoksa toplumsal mıdır? Duygular sosyolojisi var mıdır, var ise nasıl düşünebiliriz ya da başvurabiliriz?

Bunu ayrıntılı bir şekilde konuşacağız ama öncesinde dünyada - ya da daha doğrusu bu yer yüzünde diyelim - olup bitenlere bakalım. İlk haberi Ferhat Kentel’den dinleyebiliriz, Ferhat Hocam ne dersiniz?

F.K.: Bu haber tabii Democracy Now!’dan alınmış bir haber. Fransa’da aslında bizdekine benzer bir takım mültecilikle ilgili olarak ‘sorunlar’ yaşıyor. Bütün dünyada aslında benzer bir durum bu. Sağ popülizmle bağlantı olarak giden bir süreçte Fransız Yüksek Mahkemesi de son derece tartışmalı Yeni Göçmenlik Yasası’nın büyük bölümünün Anayasaya aykırı olduğuna karar verdi. Hükümet siyasetini almış oluyor, yürütmenin almış olduğu bir yasa tasarısına karşı çıktı ve mahkeme, vatandaş olmayanların sosyal yardımlara erişimini kısıtlanması ve Fransa’da doğan çocukların vatandaşlık reddi de dahil olmak üzere mevzuattaki 80 tedbirin neredeyse yarısını iptal etti. Göçmen hakları savunucuların müttefikleri bu hareketi memnuniyetle karşıladılar. Sokaklara indiler ve mücadeleye devam edecekler.

Democracy Now!da bazı röportajlar var. Aslında bunları da okuyalım yani en azından mültecilerin sesini duymak – bu, sadece siyaset ve mahkeme arasında giden bir şey değil - orada insanlar söz konusu ve onlardan birisi.


Örneğin, Mariama Sidibe diyor ki, “Başka ile eşit olmayı istiyoruz. Biz sıradan insanlarız ve istediğimiz şey çok basit; ikamet istiyoruz. Biz bu ülkede onurlu yaşamak istiyoruz. Fransızlar burayı terk ediyor, bizim ülkelerimize gidiyorlar. Özgürlük istiyoruz, bu kadar; özgürlük, eşitlik, kardeşlik.” Bu, Fransa'nın mottosu.

Özdeş Özbay: Fransa Devrimi’nin sloganı.

Ö.M.: Ana sloganı, evet.

F.K.: Evet, yani ‘senin ne kadar hakkın ise özgürlük, eşitlik ve kardeşlik benim için de o kadar hak’ diyor. Sonra gene Pazar günü 10 binlerce insan sokakları döküldü. Emmanuel Macron'u bu katı Göçmen Yasa Tasarısı’nı reddetmeye çağırdılar. Bu mitingler aslında her tarafa yayılıyor. Mali'den bir göçmen olan Talibe Drame diyor ki, “Ben mesela çalışıyorum. Vergi ödememe rağmen sosyal güvencem falan yok. Bu gerçekten zor. Çalıştığımızda kötü muameleye maruz kalabiliyoruz çünkü sahip olduğumuz işleri kaybetmekten korkuyoruz ve sonra çalıştığımız zaman fazla mesai saatlerimiz ödenmeyebilir, şikayet de edemeyiz. Şikayet edersen kovulursun yani altında bir kere daha çizerek söylüyorum, ‘şikayet edersen kovulursun’.”

Dolayısıyla pamuk ipliğine bağlı, demokrasinin kılıcı gibi. Mülteci olmak, her an dışarı atılmak ama aynı zamanda çalışırken de şikâyet etmemek. Sadece çalışacaksın diyen bir haber. İkinci haberi de size bırakayım. Biraz tempo değişsin.

W.A.S.: Evet, ben değineyim ama gerçekten şu, ‘şikayet edersen kovulursun’ denen uyarı bir yandan aslında ne kadar da ‘kırılgan’. Ne tür bir sesle aslında bu şikayet ya da taleplerle ilgili konuşmalıyız. Bu olağanüstü bir soru. Herhalde hepimiz için diyeceğim. Aslında sadece göçmenler veya mülteciler için değil, hepimiz için bir soru.

Bu ikinci haber, dün aslında Açık Gazete’de konuşuldu. Ukrayna ile ilgili. Senato, Ukrayna'ya askeri yardımla ilgili iki partili bir sınır uygulaması anlaşması için müzakereleri hızlandırırken, Capitol Hill'de gerilim artmaya devam ediyor. Eski Başkan Trump'ın cesaretlendirdiği aşırı sağcı Cumhuriyetçiler, şimdiye kadar ki en sert göç kısıtlamalarından bazılarını içermesine rağmen anlaşmayı sabote edeceklerini söylediler. Buna, yakalanan göçmenlerin sayısı arttıkça insanların sığınma başvurusunda bulunmasını engellemek için yürütme yetkisi verilmesi de dahil.

ABD - Meksika sınırına haftada günlük ortalama beş bine yakın göçmen ulaşıyor. Başkan Biden, şimdiden güney sınırını ‘kapatmak’ için yeni acil durum yetkililerini kullanacağına dair söz verdi ve anlaşmayı ‘Ülkemizde sınırın güvenliğini sağlamaya yönelik en sert ve en adil reform dizisi’ olarak övdü.


Göçmen hakları grupları, anlaşmayı kınayarak Biden'ı insani yardıma destek vermeye çağırdı. Teklif, ayrıca Meksika Devlet Başkanı Andrés Manuel López Obrador'un da eleştirilerine hedef oldu. Başkan Andrés Manuel şöyle diyor, “Kusura bakmayın ama bu gerçekçi değil. Göç sorununu duvarlarla nasıl çözeceğiz? Sınırı kapatarak göç sorununu nasıl çözeceğiz? Neden bu teklifler? Çünkü seçimler yaklaşıyor,” dedi. Yani çözümün sadece duvarları örerek olmadığını söylemeye çalışıyor. Bununla ilgili galiba dün Açık Gazete’de ayrıntılı konuşuldu Ahmet İnsel ile değil mi Ömer Abi?

Ö.M.: Evet, biraz. Biden’in tavrı da çok sallantılı, tutarsız yani. ‘Haftada beş bin kişi müracaat ediyor göçmen olarak ABD - Meksika sınırına’ diyor ve ekliyor, ‘ Güney sınırını yeni acil durum tedbirleriyle kapatacağım. Şimdiye kadar ki sınır güvenliğini sağlamak için yaptığımız en sert ve en adil reformlar bu ülkede.’ Yani artık ironinin sonu yok. İnsanın ne diyeceğini bilemediği durumlar var ama böyle maalesef.

F.K.: Hem sert, hem adil. Yani ‘ben senin kapını kırıyorum ama adaletten kırıyorum’ gibi bir şey.

Ö.M.: Evet, aynen öyle. Yani Biden’ın üstelik de buna itirazı vardı, şimdi kendisi ‘Ben halledeceğim’ dedi. Sen bir şey mi söylüyordun Özdeş?

Ö.Ö.: Yok, sadece Türkiye’deki tartışmalarda mertçe suikastlardan da söz ediliyor ya, biraz o geldi aklıma.

F.K.: Türkiye ile ilgili bir haber var Waseem. Onu Taha belki daha iyi anlatabilir çünkü bu haber aslında Türkiye’de yaşayan Suriyeli ailelerle ilgili. Özellikle onlara dair de bir kısıtlama söz konusu; ailelerin çocuklarını okula göndermesiyle ilgili bir kısıtlama. Belki bununla ilgili Taha hoca daha ayrıntılı anlatabilir.

T.E.: Herkese merhabalar. Tüm bizi dinleyen arkadaşlarımıza, yakınlarımıza tekrardan merhabalar. Tabii ki bu karar maalesef geçen hafta ortaya çıktı. Bazı Suriyeli ailelerden yani geçici kurma sistemine kayıt olan ailelerden herhangi bir ailenin çocuğu okula gitmiyorsa, bu ailelerin geçici kurma kimlikleri sistemden silindi ya da donduruldu. Tabii ki bu aslında Milli Eğitim Bakanlığı’nın bir kararı ya da bir projesi. Çocukların eğitim hakkı konusuyla alakalı ortaya konan bir proje diyelim.

Şimdi tabii ki her çocuğun eğitim hakkı temel hakkıdır yani buna kimse karşı çıkamaz ama şurada bir durum var. Bir ailenin çocuğu okula gitmiyorsa aslında biz bu ailenin geçici koruma kimliklerini ya da ikametlerini iptal etmeden önce bu çocuğun okula gitmeme sebebini ortadan kaldırmamız gerekiyor. Şimdi herkes biliyor ki, bu sadece Suriyeli sığınmacılarla alakalı değil. Yani bizim Türk vatandaş çocuklarımız için de olabilir. Hatta geçen senelerde, önceden diyelim ki 20 - 30 sene önce bazı çocuklar okula gitmiyorlardı.

Suriyeli sığınmacıların okula gitmeme sebepleri çok. Birincisi, 2020’den sonra ekonomik kriz olduktan sonra mülteci toplumu sadece Türkiye’de değil, bütün ülkelerde en ezilmiş toplumdur. Ekonomik şartlar nedeniyle, gitgide kötüye giden şartlar nedeniyle ortaokul ve lise çağındaki öğrenciler okuldan çıkıp ailelerine yardım ediyorlar. İkincisi son bir, iki yıl içerisinde aşırı bir şekilde ne yazık ki yine sadece Türkiye’de değil, genel bir şekilde artık Avrupa’nın çoğu ülkelerinde sadece bir ortam nedeniyle – Fransa'da diyelim ki Mario Lupo’nun gelmesiyle, İtalya’da Georgia Meloni’nin iktidara gelmesiyle, Hollanda’da Mark Rutte’nin yine iktidara gelmesi ve Türkiye’de de maalesef yabancılara, mültecilere karşı bir nefret ortamı, söylemi olmasından artık öğrenciler okullarda - tabii ki bazı okurlarda - ötekileştiriliyor. Maalesef aynı zamanda da çoğu ırkçı ve aynı zamanda da nefret söylemlerine maruz kalıyorlar. Burada, öğrenciler okula gitmiyor.

Şimdi eğer gerçekten burada Milli Eğitim Bakanlığı ve Göç Başkanlığı’nın çocukların eğitim hakkına müdafaa ya da bu hakkı savunuyor iseler önce baksınlar, bu çocuklar niye okula gitmiyorlar? Herhangi bir baba çocuğunu okula göndermekten çekinmez. Her baba, sonunda temel bir kural olarak çocuğunun hayatta kendisinden daha iyi olmasını ister. Ama bir baba çocuğunu okula göndermiyor ise bizim bu ailenin durumunu anlamamız gerekiyor.

Bu kararı aslında ben şöyle görüyorum; keşke bu karar gerçekten eğitim hakları alanında olsa ama bu bir baskıdır. Yani yarın bir bahane olur; bir çocuk okula gitmiyor ve bu çocuğun tüm ailesinin geçici kalma kimliklerini iptal edin, dondurun. O zaman ne olur? Baba yakalanır ise, anne yakalanır ise polis tarafından, çevrilirse sokakta ve TC’si yok, TC’si dondurulmuş. Hemen direkt deport.

Bu bana bir şeyi de hatırlatıyor; geçen sene Şubat ayında, mahallenin kapatılması ortaya çıktı. Yani en azından çoğu mahalle mültecilere ve yabancılara kapatıldı. Şimdi, bu da aslında temel insan haklarına aykırıdır. Bir insan, bir mahallede, bir ilçede yaşıyorsa, orada da çalışıyorsa sen bunun hakkını diğer mahalleye ya da diğer bir sokağa geçmek için kaldıramazsın maalesef.

Yani genelde hocam, şöyle ne yazık ki, maalesef biraz önce Ferhat Hocamız bahsetti. Bu, artık duygusal toplum ya da diyelim ki bu duygusal toplumun yanındaki politika. Yani biz bir dönem ‘kapı açtık artık’ politikasını uyguladık. Şimdi ise ‘artık istemiyoruz’. Sen bir dönem kapıyı açtıysan, o zaman kapıyı açtığın şekilde insanları çıkart. Sen bir misafiri içeri aldığın zaman, sonra misafiri hemen, direkt çıkartmak olmaz ki. Bir insanı göndereceksen gönder ama diyelim ki bir kişi, bir aileyi gönderdin, deport ettin. Sen direk bu kişiyi, bu babayı, bu anneyi alıp aynı saatte, aynı günde, hemen herhangi bir haber almadan, herhangi bir şey bilmeden. Bu mantık değil. Sen bir aileyi göndermek istiyorsan, kim olursa olsun, herhangi bir sorun olursa en azından aileye üç ay mühlet ver. Geçici kalma kimlikleri iptal oldu ve bunun sebebi de şudur; son karar alınırsa hakkında bu da deport kararıdır. Üç ay süre ver ve bu süre içerisinde sen kendi işlerini hallet ama bir kişiyi, bir babayı sokaktan alıp direkt gönderiyorsan bunun burada çocuğu var, bunun burada eşi var, bunun burada iş yeri var.

Son cümle olarak, geçen sene Ankara’da Çubuk Mahallesi’nde, Kahraman Kazan Mahallesi’nde aileler yani en azından 20 aile tümüyle sınır dışı edildi; baba, anne ve çocuklar... Şimdi o aileler bizim tanıdığımız kişiler, bize ulaştılar avukat aracılığıyla ve şu an davayı takip ediyoruz. Kişilerin, insanların burada işleri var. Kimisinin lokantası var, kimisinin ofisi var, kimisinin iş yeri var. Hocam, hala bunların daha mülkleri burada, işçiler muallakta. Yani belli değil ne olacağı. Kaç kişi sınır dışı edildi Türkiye’de belli değil ve Türkiye’deki kişiler bir kanaat veremiyor. Çünkü oradan gelen evrakları Türkiye, Türk hükümeti geçerli görmüyor. Oradaki kişiye diyor ki, ‘Siz yine Esed'in bölgesine gidin, Esed'in bölgesindeki mahkemelerden, noterden buradaki bir kişiye vekalet verin ve onun ardından biz burada işlemleri, idari işlemleri takip ederiz.’ Ama sen insanları Suriye’nin kuzeyine gönderiyorsun. Zaten insanlar Esed’in bölgesine gidemiyor, bu bir. İkincisi, mademki sen bugün Suriye’nin kuzeyinde varsan ve insanları oraya gönderiyorsan, sen oradan gelen evrakları niye geçerli saymıyorsun, niye kabul etmiyorsun? Burada bir idari sorun var, aslında çok büyük bir sorun.

W.A.S.: Duygu ve politika, gerçekten bu bir yığın. Art arda, arka arkaya gelen duyguları ve bunun arkasından gerçekten hakiki politikaları nasıl toparlayacağımızla ilgili bir yük bir yanda.

Şimdi elimde bir mektup var ama bu mektubun tamamını okuyamayacağım. Ama şöyle yapacağız, çok kısa değinip özellikle bu duygunun ne olduğuna dair belki aramızda konuşacağız. Hemen kısaca okuyayım çünkü çok içten yazılmış bir mektup, çok kısa. İki cümlelik bir şey okuyayım; ‘Ne zaman gitti bu tren?’ mektubun başlığı.

Hayatımda ilk kez dağlar görüyorum. Geldiğim kampta yaşayanlar hayatlarında hiç dağ görmemişler, sonbaharın ne olduğunu bilmiyorlar. Dağdan aşağıya doğru gelen suyun ne olduğunu bilmiyorlar.Özdeşleşmem artık ya da özdeşleşme duygum ve umutsuzluk demeliyim, umutsuzluk daha da büyüyor artık. Artık çok yoruldum, gidip kendimi polise teslim etmek istiyorum.” Bu, bir göçmenin yorgunluğu. Şimdi Ferhat Kentel ile artık bu duygusal hallerimize geçebiliriz. Zamanımız çok kalmadı ama hemen toparlamaya çalışabiliriz.

F.K.: Bir, iki cümle söyleyeyim isterseniz başlangıç için şunu diyebiliyoruz; yani duygular çok kişisel, çok bireysel, çok psikolojik çok içimizdeki dünyayla, insana insanın, tekil insana özgü olarak tanımladığımız bir şey. Dolayısıyla bizim tabii mülteciler bağlamında şöyle sürece gelebiliriz; mülteciler hakkında insanların kişisel olarak hissettikleri duygular var ve bu duygular eşliğinde - yani mülteciler istenmiyor, nefret ediyor falan - ama bu tamamen bir toplumsal mesele.

Bizim mülteciler hakkında ya da başka meseleler hakkında kırmızıyı niye çok sevdiğimiz, siyahını ne yaptığımız, hangi meyveyi daha çok sevdiğimiz gibi, bütün bunlar aslında hiçbirisi. Sadece bireysel değil ya da hatta çoğunlukla esas olarak toplumsal meseleler. Biz biraz akademik bir yerden bağlantı kuralım, daha teorik bir yerden. Bourdieu’nun dediği gibi, bir tür zevk beğenilir ama öyle senin kendin olan şey değildir, sınıflandırır aslında. Beğeniler aynı zamanda beynin beğeniyi yaratanı da beğenir, kuranı da sınıflandıran bir şekilde sınıflandırmayı sınıflandırılmış toplumlarda biz öyle ya da böyle bir şekilde bir şeylerden duygulanıyoruz. Dolayısıyla, herkesin duygusal sermaye birikimi vardır, bu nereden oluşur? Tabii ki toplumsal olaylardan. Örneğin, küçükken yaşadığımız - geçen sefer değindiğimiz - travmalardan, mutluluklardan, sevinçlerden ya da özürlerden.

W.A.S.: Özellikle de toplumsal travma.

F.K.: Tabii ki. Yani biz Aleviler olarak, biz Suriyeliler olarak, biz Kürtler olarak, biz kadınlar olarak çocukluktan itibaren yaşadığımız bir şeyler kendi kendimize yaşadığımız şeyler değildir. Sadece bizim evdeki erkeğin yaptığı ya da komşunun yaptığı falan değil, bütün toplumda farklı yerlerde benzer olaylar olur. Dolayısıyla bu duygusal sermayeler eşliğinde biz davranıyoruz. Bunu da geçenlerde konuşmuştuk. Tekrar etmeyeceğim ama bu kadar geniş toplumsal travmatik ya da travmaları olan bir toplumun duygusal sermayesine tabii ki ötekinden korkan korkmayı da beraberinde getiriyor. Kendine güvenemeyen toplum başkalarına da güvenemiyor. Ama burada belki bugün bu lafın, şu kavramın biraz daha altını çizmek isterim.

Aslında duygusal hizalanma yaşıyoruz. Güç, bize kendi vadettiği, öğrettiği tercihlere dönük olarak duygusal hizalanmayı dayatıyor. Yani biz kendimiz çok fazla karar veremeyecek durumda olduğumuz zaman yaptığımız en önemli şey, en yakınımızdaki en güçlü olana bakıyoruz, oradan bize nasıl bir mesaj geliyor diye. Kendimizi yabancı hissetmemek için ortalamaya hizalanıyoruz. Aslında cemaatlerin hepsi böyledir; dışarıdan girersin sonra yavaş yavaş o cemaatinin, kimsenin ona söylemiş olduklarıyla hizalanmaya başlarsın. Dolayısıyla milliyetçilik böyle bir şey, mülteci düşmanlığı böyle bir şey ama en temelde de işte mülteci, milliyet, millet, toplum, ulus devlet dediğimiz şeyde de öğrendiğimiz şey nedir? Bütün mülkiyet gibi bir şey aslında. Sahip olmadığımız bir mülkiyetin duygusuyla hareket ediyoruz yani burası benim sermayem gibi. Sahip falan değilsin, sadece en fazla bir evde oturuyorsun, işe gidiyorsun, para alıyorsun, bunun ücretini, maaşını alıyorsun ama sen ona sahip olmamana rağmen sahipmişsin gibi bir duygu öğreniyorsun. Bu da galiba bizim mekanımız, benim mülkiyetim, benim sahip olduğum yer konusuna dönüşen bir takım laflarla iktidar dillerinde hizalanıyorsun.

W.A.S.: Duygu, yine çok irrasyonel bir yer olarak gözüküyor ama yine de aslında burada özellikle duygusal sermaye, oradaki o maddi olan sermayenin biriktiği bir yer var. Yani sermaye sürekli biriken, sürekli bir yığın haline biriken bir duygunun, Walter Benjamin’in de dediği gibi, ‘patladığı ya da parladığı’ bir yer var. Bunu, özellikle ve gelecek yayında yine biraz daha ayrıntılı tartışalım diye düşünüyorum çünkü bugün biraz zamanımız yetmedi özellikle de toplumsal tramvaya. Yayınımızında herhalde şimdi sonuna geldik değil mi? Öyle gözüküyor, iki dakika kaldı. Taha Hocam, son bir şey söylemek ister misiniz ya da Ferhat Hocam sizin eklemek istediğiniz bir şey olur mu?

F.K.: Taha’nın varsa buyursun, yoksa benim aklımda olan bir şey var.

T.E.: Son sözü size bırakalım Ferhat Hocam.

F.K.: Ben o zaman şunu da söyleyeyim; yani bu mültecilikle ilgili zannettiğimiz, mantıklı diye düşündüğümüz şeyler burada ne işe yarıyor, ne yapıyor? ‘Geldiler, burayı da bozdular’ çok mantıklı. Demokrat, şiddet karşıtı bir sitenin yazdıklarına baktım ve mesela ‘bizim kendi şiddetimiz yetmiyormuş gibi dışarıdan gelenlerin şiddeti’ gibi bir şeyler anlatıyor. Evet, bu böyle çünkü en mağdur, en korkunç durumlarda yaşayan insanların şiddete girmeleri de çok anlaşılabilir.

Mültecilere karşı yapılan şiddetin travmatik sebeplerini arıyorsak, o zaman mültecilerin yaşamış olduğu, az önce Taha’nın da söylemiş olduğu gibi, çocukları niye okula göndermiyorlar? Şiddet var, çocuk kendini korumak için şiddete başvuruyor örneğin. Bu süreç o kadar karmaşık bir şey ki bu şiddetin bulaşıcılığını, o şiddetin mültecileri kendi aralarında yaşamış oldukları şiddetin bu toplumun içindeki şiddetten de bağımsız olduğunu falan düşünmemek lazım. Bir kavram daha söyleyeyim ya da kavramsallaştıralım. Şiddet veya duygular da bulaşıcıdır. Aynı sermayelerin hizalanmasında olduğu gibi, çok toplumsal bir şeydir.

W.A.S.: Bununla ilgili gelecek hafta yine devam edelim, ayrıntılarla biraz daha konuşuruz diye düşünüyorum. Bugünkü yayınımızı burada bitiriyoruz, herkese çok teşekkürler. Haftaya yine Çarşamba günü saat 09:30’ta görüşmek dileğiyle.

Ö.M.: Hoşça kalın.


F.K.: Görüşmek üzere.

T.E.: Görüşmek üzere, herkese hayırlı günler.